27 Şubat 2010 Cumartesi

uçurtma avcısı






Ben hayatımda böyle kitap okumadım. Hiçbir kitabın sonunda da böyle ağlamadım...

Yaklaşık bir sene kadar önce bir arkadaşımın tavsiyesiyle okuduğum Khaled Hosseini'nin "Uçurtma Avcısı" adlı kitabı, etkileyicinin ötesinde insanı içine alıyor ve kitabı okumayı bıraksanız bile bir süre o sizi bırakmıyor.



Arkadaşlık, savaş, bağlılık, korku, yalnızlık, sevgi, aile, göç... Herşey bu kitabın sayfalarında. Okudukça insanı çekiyor, merakla sonunun iyi olması için dua bile ettiriyor.



Kısaca; Emir ve Hasan, Kabil'de monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk. Aynı evde büyüyüp aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emir'le Hasan'ın dünyaları arasında uçurumlar var. Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının oğlu. Üstelik Hasan, orada pek sevileyen etnik bir azınlığa, Hazaralara mensup. (Ya da değil...)



Sovyetler işgali sırasında Emir ve babası ülkeyi terk ederek California'ya gidiyor. Emir böylelikle geçmişinden kaçtığını düşünüyor ama herşeye rağmen arkasında bıraktığı Hasan'ın hatırasından kopamıyor. Bunda en etkili isim de Emir'in babasının en yakın arkadaşı Rahim Han.



Bu kitap, babalar ve oğulları, babaların oğullarına etkileri, sevgileri, fedakarlıkları ve yalanlarını anlatıyor. Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama okuyucuya anlatıyor.



Olağanüstü bir dostluğun, bir insanın diğerini ne kadar sevebileceğinin anlatıldığı muhteşem, sürükleyici, etkileyici bir roman...



Uçurtma avcısının filmi de çekilmiş. Kitabı okuduktan sonra izlemenizi tavsiye ederim. Ama hayalinizde canlandırdığınız çok kuvvetli sahneleri filmde görememek insanı biraz hayal kırıklığına uğratmıyor değil. En azından bende o etkiyi yarattı.



Her halükârda okumayı seven herkese şiddetle tavsiye ederim.







26 Şubat 2010 Cuma

istersen mona lisa istersen superman

























İşte çok keyif aldığım sitelerden biri daha... Photofunia...





Belki bilenler çoktur ama ben yine bahsetmek istiyorum. Tabii ki bu siteyi de Ege doğduktan sonra keşfettim. Ve kendisini türlü hallere soktum.




Sitede istediğiniz bir portre fotoğrafınızı istediğiniz şablona yüklüyor ve sadece kısa bir süre bekliyorsunuz. Ta taaaa... Ve karşınızda Mona Lisa ya da Superman. Yoksa bir astronot mu olmak isterseniz? Ya da Vogue dergisinin kapağını süslemek. Hepsi birbirinden keyifli. Bence mutlaka deneyin...



















22 Şubat 2010 Pazartesi

Ege'nin doğum macerası























Canım oğlum Ege 21 Şubat 2008 günü doğdu. Dün onun 2. yaşını kutladık sevdiklerimizle. Bugünse doğum günü fotoğraflarını paylaşmak yerine onun doğum günü macerasını yazmak istiyorum. Daha doğrusu önceden kaleme alınmış bir anıyı paylaşmak... Prematüre olması nedeniyle bizi korkuyla telaşlandıran, sonrasında da zorlu bir sürece sokan bu küçük adamın doğum macerası;





25 Şubat 2008 19.50

Egecim,

Bu senin doğum maceran(!)...

19 Şubat 2008 Salı günü öğleden sonra babanın bürosuna gittim. Akşam "Macbeth" adlı operaya gidecektik.
Gittiğimde babanın bir görüşmesi olduğu için ben Elif Hanımla (babanın asistanı) biraz sohbet ettik. Bana doğum tarihini sordu. Ben de herkese verdiğim cevabı yineledim; "normal şartlarda 11 Nisan diyor hesaplamalar ama tabii kesin bir şey söylemek zor..." O da "bana göre nisanı bulmaz daha erken doğum olur diye içime doğuyor" dedi. "Hayırlısı bakalım bekliyoruz beyefendiyi" dedim.. Konu kapandı.
Akşam operada o kadar hareketliydin ki.. Sevdiğini düşündük babanla. Eve dönerken benim biraz ağrım oldu. Ve gece de devam etti. Ama rahatsızlık verici derecede değildi. Zaten hamileliğimin başından beri aynı sıkıntıyı çektiğim için üzerinde fazla düşünmedim. Rahat uyudum o gece...

20 Şubat 2008 Çarşamba günü sabah uyandım. Babanın saat 11.00!de Bakırköy'de bir duruşması olduğu için o da geç uyandı. Kahvaltı ettik birlikte. Babanı uğurladıktan sonra Ayşegül teyzemi aradım. Çünkü uzun zamandır hava kar yağışlı ve yerler buz olduğu için günlerdir evdeydim ve bugün de biraz dışarıda vakit geçirmek istiyordum. "Bir kahve içeriz" dedim teyzeme o da "ben de ayakkabı bakıcam kendime" dedi. "İyi işte birlikte bakarız" dedim. Saat 11.30'da babanı telefonla aradım. Duruşmada olduğunu tahmin ettim ama yine de "ben çıkıyorum" diye haber vermek istemiştim. (Alışkanlık işte) Tabii açamadı.. Ben de 12.15'te Caroussel'de olacak şekilde evden çıktım. Yavaş Yavaş (neredeyse 25 dakikada) alışveriş merkezine geldim. Mango’nun önünde buluşacaktık teyzemle.. Daha gelmemişti ben girdim Mango'ya şöyle bir bakındım. Malum kendime birşey alamıyorum o göbekle... Tam mağazadan çıktığımda Ayşegül teyze de gelmişti. Bir iki mağazaya uğradık. Sonra da Starbuck's'a gittik. (Sana bir zarar gelmesini önlemek için çok sevdiğim kahveyi çok nadir içtiğim için Starbuck's bana ödül gibi geldi tüm hamileliğimde.) Orada otururken babanı tekrar aradım. Belki işi bitmiştir diye. Ama açmadı. Demek dedim hala duruşmada.. Sonrasında Capacity'e geçtik. Orada da iki mağazaya uğradık ve ben fazla yorulmadan eve dönmek için alışveriş fazlını bitirdik. Teyzeme "asıl iş dönüşte" dedim. "Balık alıcam Ege için akşama, bir de kremlerini falan alıcam eczaneden, artık çantayı hazırlamak lazım" dedim. Birlikte balıkçıya gittik..
İki çupra.. Sonrasında teyzemle ayrıldım. Önce annemi aradım, baktım sesi uykulu geliyor "Zeynep şimdi yattım" dedi. Kıyamadım kapattım. Ve yine babanı aradım biraz da kurdum. Başıma bişiy gelse, hala aramadı diye........ Baban yine telefonu meşgüle düşürdü. Sonra bir iki dakika geçmeden aradı. "Zeynebim kusura bakma şimdi çıktım duruşmadan, çok uzun sürdü" dedi. "Canım ben seni ilk aradığımda sancılandım, sonra apar topar hastaneye gittim, şimdi Ege kucağımda, seni bekliyoruz artık" dedim. Baban da "ooo çok rahatmış böyle" dedi. Gülüştük, biraz daha konuştuk, akşam için balık aldığımı şimdi de eczaneden senin için bişiyler alacağımı söyledim ve kapattık. Telefonu cebime koydum, belki üç belki de dört adım attım ve...
Suyum geldi. Birden bişiyler boşaldı içimden. Pantolonuma baktım bişiy yoktu ama kontrol etmeliydim. Gördüğüm ilk mağazaya girdim. (Bir Bosch yetkili satıcısı..) Adama "hamileyim, suyum geldi sanırım, tuvaletiniz nerde" diyebildim. Yukarıdaymış, çıktım. Evet kesinlikle suyum gelmişti. Babanı aradım tuvaletten, sesimden şaka falan yapmadığım çok iyi anlaşıldığından şaşırmaya fırsatı bile kalmadı. Nerede olduğumu sordu. "Hemen geliyorum" dedi. "Eve gidiyorum" dedim. Apar topar çıktım ordan, hem gözüm bir taksi arıyor hem de koşarcasına yürüyorum. Taksiye bakmaktan vazgeçtim sonunda, sancım olmadığı için yürüdüm eve kadar. Bir taraftan dua ediyorum bir taraftan düşünüyorum, doktorumu aradım hemen ama açmadı. Hastaneyi aradım ve asistanına ulaştım. Durumu anlattım. O arada Zafer aradı. Doktora ulaşmış. Evde buluşalım sonra hemen hastaneye gidelim dedik. Evde merdivenleri çıkarken ağlamaya başladım bir taraftan de bağırıyorum sen duy diye; "Oğlum orda kal, biraz daha kal, nolur" diye. Bir etek geçirdim üzerime, pembe bi çantamın içine bir havlu, çamaşır koydum ve baban geldi. Arabada bir taraftan bağırıyorum "oğlum n’olur orda kal" diye bi taraftan da ağlıyorum. Baban beni sakinleştirmek için neler neler söylüyor ama kim bilir o ne hissediyor. Arabayı öle bıraktığımızı ve hemen bir tekerlekli sandalye istediğimizi hatırlıyorum. Elimdeki pembe çantayı verdim babana ve doğum haneye gittim. Beni içeri aldılar. Baban kaldı dışarıda.. Muayene olurken hem korkuyorum ne o alacak diye hem de dua ediyorum erken doğum olmaması için. Ama ebe dünyayı başıma yıktı. "Sanırım bebek geliyor" diyince bu sefer de beni sakinleştirmek için uğraşmaya başladılar. Elimden geldiğince tutmaya çalışıyordum kendimi. sancı odasına alındım. Öncelikle birkaç ölçümün yapılması gerekiyordu. Benim ağrı şiddettim ve senin kalp atışların düzenli olacak ölçülmeye başladı. Diğer taraftan da doktora sürekli bildi verildiğini söylüyorlardı bana. İki yataklı bir odaydı ve yanımda da kırk haftasını doldurmuş ama dünyaya gelmek için naz yapan bir kıza hamile biri daha yatıyordu. Planlı bir yatıştı onunkisi. Dolayısıyla annesi, kayınvalidesi, görümcesi.. yani olabilecek herkes yanındaydı. Keyifleri de yerindeydi elbette. Bense tek başıma .. Bu durumdan da etkilenerek yanımda birilerinin olmasını istedim. Hemşirelere kocamdan telefonumu almalarını, ailemin şehir dışında olduğunu ve onlara haber vermem gerektiğini söyledim. Kesin bişiy söylemekle yükümlü olmadıklarından biraz daha beklememi, onları da telaşlandırmamamı rica ettiler. Halbuki karnımdaki adam beklemiyo, geliyo, birilerine haber vermem şart. Tabi bu arada da Zafer kayıt işlemleri ile uğraştığı için kapının önünde değilmiş. Telefon için beklemem gerekti. Yanımdaki aile telaşımı görünce hem beni rahatlatmak hem de ellerinden geldiğince yardımcı olabilmek için herşeyi yaptılar. Hatta biri telefonunu vermeyi bile teklif etti. Ama bana da kesin bişiy söylenmediği için ben de tereddütte kalmadım değil, belki doğmaktan vazgeçer.... Yanımdaki aileden birileri sürekli haber getirmeye başladı bana sonra. "Eşinin selamı var, bekliyo seni, merak etme kapıda" gibi. Ben de demek bi garip baktım ki "benim eşim olduğunu nasıl anladınız"" gibi.. Kadın bana "elinde pembe çanta olan değil mi?" dedi. Ben tabi o telaşe ile elimdeki pembe kocaman çantayı Zaferde bırakmıştım. Zafer duruşmadan çıkmış, üzerinde takım elbise, deve tüyü rengi uzun kabanı ve elinde benim pembe çantam doğum hanenin kapısında... Ağlanacak halimize gülesim geldi. Sonunda telefonuma kavuştum. Ama yine de birilerine haber vermek için biraz daha bekledik. Babamlara (çünkü onlarla ben konuşamazdım) ve teyzeme Zafer haber verdi. Ayşegül teyze hastanede odaya girince ben de biraz kendime geldim. Yalnız değildim en azından. Tabi bu arada sürekli kontroller ve ilaç tedavisi devam ediyordu. Doktorum ağrıları en aza indirmek ve böylelikle Ege'yi biraz daha içeride tutabilmek için damardan verilecek bir ağrı kesici uygulanmasını söyledi. Ege içerdeyken onun akciğerlerini kuvvetlendirecek başka bir iğne daha yapılacaktı. Böylece ilk hedef belirlendi. 12 saat. Yapılacak ağrı kesicinin bazı yan etkileri vardı. Kalp çarpıntısı ve sıcak basmasına neden oluyordu. Ağrılarımın artması nedeniyle dozajı arttırmayı önerdiler. Ama benim duruma dayanıp dayanamam da söz konusuydu. Elbette "elimden geleni yaparım" dedim ve normal şartlarda dakikada 4 damla kana verilen ilaç bana dakikada 36 damla verilmeye başlandı. Korkunç bir çarpıntı, içimden gelen bir alev topu ve tüm gece ve ertesi gün boyunca durmadan titreyen ellerim, kafam, şiddetle atan şah damarım... Belirli aralıklarla karnıma bağlanarak ağrı ve kalp atışlarımı ölçen o aletin bağlı olduğu monitördeki değerlerin her yükselişinde nasıl dua ettiğimi bir Allah biliyor. Ağrı değerinin her yükselişinde Ayşegül teyzenin kendini parçalamasını da unutamam. Kafamı o monitörden çekmem, olumlu şeyler düşünmem için konuşmadığı konu, yapmadığı şey kalmadı... Yanımdaki hamile 40 haftasını doldurmuş epidural normal doğum için hastaneye yatmıştı. Fakat bebeğinin kordona dolanması ile ilgili sorunu nedeniyle doktoru sezaryene alınmasına doktoru karar verdi. Tüm gün o ağrıları çekmiş ve sonunda da amacına ulaşamamış olmanın verdiği stresle ağlamaya başlayan kıza elbette hem doktoru hem de tüm aile bireyleri telkinlerde bulunuyordu. Dayanamadım... Perdenin arkasından "Daha kötü de olabilirdi, yanı başındakilere bak ve daha zor durumda olanları görüp hayırlısı bu de" dedim. Haklı olduğumu söyleyebildi sadece... Doğuma giderken beni üzdüğü için özür bile diledi. "Küçük hanıma selamlarımı ilet" dedim...
Böylelikle saat 15.30'da geldiğimiz hastanede 7 saati tamamlıyorduk. Yanımdaki hastanın çıkmasıyla Zafer'i de görebildim. Sonrasında abim de sancı odasına geldi. Babamlar da çoktan yola çıkmışlardı. Bir şoförle geliyorlardı...

21 Şubat 2008 saat 01.30'da babam ve annem de odaya geldiler. Yüzlerindeki endişe, titrememin verdiği merak, anne babalığın ne kadar zor olduğunu bir kez daha düşündürdü. Şu an oğlum için çektiklerimin belki daha fazlasını onlar hem benim için hem de torunları için yaşıyorlardı. Gece boyunca annem ve Zafer kaldı yanımda. Sabah saat 04.30'da Ege'nin akciğerlerini geliştirmesi amaçlanan iğnenin son iki dozu da yapıldı. Böylelikle ilk hedefi aşmış olduk. Uyumayı, içinde olduğum durumdan biraz olsun uzaklaşabilmeyi çok istedim ama başım her kalp atışında öyle bir sarsılıyordu ki bu imkansızdı. Saatlerdir kımıldamadan aynı şekilde yatmak da belim ve bacaklarım için ayrı bir acı veriyordu. Ama Ege için daha fazlasına ihtiyacımız var deseler "daha ne yapabilirim" demekten kendimi alamazdım kesinlikle. Gerçeğini hiç görmediğim, sadece ültrasonda ellerini, ayaklarını, başını seçmeye çalıştığım, her gün konuştuğumda sesime tepki verdiğini düşünüp mutlu olduğum içimdeki bir canlı için bu kadar fedakarlık ne ki... Ya Zafer.. Benim hissettiklerimin yarısı bile hissetmeden hem benim hem de onun canı için kendini karşımda güçlü tutmaya çalışan ama gözlerinin içinde korkunun en gerçeğini gördüğüm babaya o kadar çok şey borçluyuz ki oğlum...
Sabah 10.00 civarında geçen doktorum öncelikle ültrasonla bebeğimiz kontrol etti. Çok kesin, düşünmeden konuştu. Amniyo sıvısı neredeyse kalmamış, bebek de hala başı yukarıda pozisyonda. Bu nedenle sezaryen yapılması uygun. Epidural konusunda danışmak istedim. Belki bebeğimi doğduğunda görebilirdim. Bana "Tam olarak nasıl bir durumla karşılaşacağımızı bilmiyoruz, ilk doğum için kötü bir deneyim olabilir, ben önermiyorum" dedi. Kabul etmekten başka çarem kalmadı. 14.00 gibi doğuma alınacağımı söyledi. Evet artık dönüş yoktu. Ege bey geliyordu hem de olması gerekenden 7 hafta önce. Doktora nedenini sorduğumda "kesinlikle" demişti "ne senle ne de onunla ilgili bir sorun yok, yani hatanız yok". Ama nasıl, neden, ne yapmıştım, kendime ve ona çok mu kötü bakmıştım, yoksa çok mu iyi...

Artık bunları düşünmenin de bi anlamı yoktu. Doğumu beklemeye başladım. Çarpıntı yapan ağrı kesiciyi kestiler. Etkisi yavaş yavaş geçiyordu ama içimdeki sıkıntı da ters şekilde artıyordu. Yine de elimden geldiğince olumlu düşünmek için kendimi resmen parçalıyordum. (Şimdi olduğu gibi) Ameliyat için son hazırlıklar, Zafer, annem, babam, Ayşegül teyzem ve abimim iyi dilekleri ile girdim ameliyathaneye. Karnımdayken iyi ki sonuna kadar hamileliğimin tadını çıkarmışım diye dua ettim, ondan ayrılmayı hiç istemiyordum aslında. Çünkü hep yanımda olduğunu bilmek, her hareketinde onu hissetmek, yediğimiz içtiğimiz ve hissettiğimizin ayrı olmaması müthiş bir duyguydu. Ama o bana gelmek için çoktan kendini hazırlamıştı. Öyleyse başımın üstünde yeri vardı... Ameliyat sonrasında narkozun etkisinin zamanla geçmesi ile acı hissetmeye başladım.

Evet bitmişti. Küçük bey artık benimle değildi. Özgürlüğünü ilan etmiş, fırlama oğlum şu an muhtemelen yoğun balımda idi... Hemşireyi çağırdım yanıma, iyi olduğumu, kendime geldiğimi söyledim. Birazdan odama geçirileceğimi söyledi. Ameliyathaneden çıktığımda herkes bıraktığım gibi endişeliydi ama yadsınamıcak bir fark vardı. Buruk da olsa SEVİNÇ. Çünkü Ege doktorların düşündüklerinden daha sağlıklıydı. 14.27'de doğmuş, kameramızla ilk dakikaları çekilmişti. Ben odaya geçtiğimde herkesle ilk görüntüleri izledik. Kendinden makas alan doktora sinirlenen, erkek olduğunu göstermekten çekinmeyen bir cevahir. Yaşamla savaşı benden ayrı olarak başladı işte oğlumun.


Bugün 26 Şubat 2008 Salı. Saat 20.05. Oğlum Ege, dünyadaki beş gününi geride bıraktı. Hala yoğun bakımda. Servis daha sakin olduğu için onu görmeye geceleri gidiyoruz. Böylelikle içeride daha uzun süre kalabiliyoruz. Her gün iyiye giden olumlu şeyler duymak için nasıl dua ediyorum anlatamam. Moralimi yüksek tutup ona iyi görünmeye çalışıyorum, bir de tabi sütümün kesilmemesi için hep iyi şeyler düşünmeye gayret ediyorum. Şu an 3 saatte bir 3 cc süt ile besleniyor, midesine indirilmiş bir hortumla. Burnundan verilen oksijen dün alındı. Şu an kendi kendine nefes alabiliyor. Dün gittiğimde parmağımı emdi. Çok güçlü. Burnunda hortumdan ve elleri ile ayaklarında iğnelerden kaynaklanan yaralar ve minik morluklar var. Ama görmemeye çalışıyorum. Her gittiğimde konuşuyorum. Masaj yapıyorum. Çok özledim seni Ege.

Zaferle doğumdan önce ismi konuşurken aramızda şakalaşırdık. Baban, Kızılderililerde olduğu gibi "önce bir kahramanlık yapsın, ismini sonra koyarız" derdi. Sen en büyük kahramanlığı yaptın hepimize göre, sağlıklı her gününde de yapıyorsun. Kuralların dışına çıkıp herkese meydan okuyorsun. Allah’ım bu gücüne hep güç katsın, her gün daha iyi olman için hepimiz dua ediyoruz. Senin ismin gibi ulu, büyük, kocaman bir adam olduğunu görmek için sabırsızlanıyorum. Çok ve güzel yaşa Egecim...

İşte bu senin doğum maceran... Yaşam maceranı birlikte paylaşmak çooooooooooook güzel olacak...




19 Şubat 2010 Cuma

anneeeeee! boya kalemleri nerdeeeeeee????

Tabii ki Ege daha bu kadar net konuşamıyor ama o kalemleri sakladığımda mızmızlanmalarından bunu dediğini anlayabiliyorum.

Aslında o kalemleri o kadar güzel tutuyor ki. O küçük parmaklarıyla boya kalemini kavrıyor bir de o ağzını şekilden şekle sokuyor kağıtları karalarken. Mavi, yeşil, mor farketmez... Şu an hepsiyle aynı yuvarlakları çiziyor ama benim için şahane yuvarlaklar...

Peki niye saklıyorum kalemleri??

Bu küçük adam son zamanlarda duvarlar (!) üzerinde yaratıcı çalışmalara başladı da ondan. Üstelik suratında o karşı konulmaz muzip ifadeyle. Ben de kızamıyoruuuuum. Çünkü çook tatlı. Sadece bizim ev ve bizim duvarlar olsa yine iyi. Annemlerin duvarlarında da tamiri olmayan hasarlara neden olunca kalemleri ona çaktırmadan saklamaya başladım. En azından bir süreliğine... En kısa zamanda ona çaktırmadan bakın nereye sakladım :)





18 Şubat 2010 Perşembe

hhmmm... annemin muhallebisi




Özellikle oğlum Ege ek gıdaya başladıktan sonra benim de çok çeşitli tarifler üretme fırsatım oldu. Pekmezli elma pürelilerden ballı kakaolulara kadar bir sürü çeşit muhallebi denedim. Hatta bir seferinde bir sürü çileği püre yapıp pişirdiğim muhallebinin içine katıp "bi taşım daha" kaynattım. -Ama o çok güzel olmuştu.-



Ama benim bu yaratıcı çabalarımm karşısında Ege her zaman aynı mutheşem teptiyi vermedi. Her çocuğun bir favorisi olur ya, Ege beyin de muhallebide favorisi "anneanne muhallebisi". Çok besleyici olduğuna inandığım bu tarifi herkesle paylaşmak istiyorum. Tabii ki elbette Ege ve Ege gibiler için değil, bizler için de gayet hoş bir tatlı.




Anneanne Muhallebisi;



Malzemeler



1 lt süt


1 tepeleme çorba kaşığı un


1 tepeleme çorba kaşığı buğday nişastası


1 tepeleme çorba kaşığı pirinç unu


1 su bardağı toz şeker


1 yumurta




Yapılışı



Malum tüm malzemeler az süt ile karıştırılır. Topaklar kaybolduğunda kalan süt de ilaave edilerek pişirilir. Yine de çeşitli kazalara karşı çırpma teli yakınlarda bulundurulur.



İsteğe göre kısmına gelelim şimdi. Ben bu tarife un kokusu alması için bir paket vanilya bazen de sakız ekliyorum. İkisi de çok lezzetli oluyor. Yukarıda bahsettiğim gibi meyve püreleri ile pişirilip servis edilebilir. fotoğrafta görülenin içinde ise hindistan cevizi var. Ben bayılıyorum hindistan cevizine. seven herkese de şiddetle tavsiye ederim. Bu ölçülere 2 ya da 3 çorba kaşığı eklenirse harika sonuç alınıyor.



Doğanın mucizesi balı da unutmamak gerekir. Bazı zamanlar da şeker oranını azaltıp içine bal katıyorum bu muhallebinin. Tatlı bir şampanya rengine dönüşüyor. Tadına da Ege Bey doyamıyor...









16 Şubat 2010 Salı

markafoni.com



Özellikle oğlum Ege doğduğundan beri internetten alışverişin gözünü çıkarmış durumdayım. Hatta ilk zamanlar ıslak mendilleri bile internetten alıyordum :)


Sonraları çeşitli araştırmalarım sonucu markafoni alışveriş sitesini keşfettim. Davetiye sistemi ile üye olunan bu sitede 3 ya 5 gün süre ile belirlenen ünlü markaların yine belirli ürünleri indirimli fiyatla satılıyor.


Elbette ürünleri daha uygun fiyatlara başka yerlerde bulabilir ya da taksitle alışverişin tadını markanın mağazalarında çıkarabilirsiniz ama "almazsam çatlarım" ürünlerin ayağınıza kadar gelmesi de hoş oluyor.


Siteye http://www.markafoni.com/ dan ulaşılabilir. Davetiye ise isteyene tarafımdan itinayla gönderilir...

15 Şubat 2010 Pazartesi

evde küçük bir adam var...





Evet kesinlikle evde her yere burnunu sokan, ortalığı karıştıran küçük bir adam var. Kendisine genellikle "Ege" diyoruz ama benden şunları da duyuyor zaman zaman; küçük adam, canavar, ortalık karıştırıcı, yavru, AŞKIIIIIM, bir de sıpa.


Aaaa insan hiç oğluna sıpa der mi? Valla der, hem de öyle keyifle der kiii...

Ama en çok küçük adamı kullanıyorum. Çoğu insan "büyümüş de küçülmüş" der ya akıllı minikler için. Benim için de Ege elbette bir Einstein, o küçük orgunu çalarken bir Beethoven ve minnacık elleriyle duvarlara bişiyler karalayıp sonra da "ha ha gene yaptıııım..." der gibi bakınca da bir Osman Hamdi olabiliyor. Abartmıyorum. Gerçekten düzgün algılamakta zorluk çekiyorum çünkü. Yaptığı herşey harika, söylediği anlaşılmaz kelimeler nutuk gibi geliyor. Annelik böyleymiş işte.


Bir de yemek yemesi var ki onu kime benzeteceğimi şaşırıyorum. Nevi şahsına münhasır bir karakter. Malum kış mevsiminde en yararlı meyvelerden biri de nar. İşte evdeki küçük adamın nar yedikten sonraki halleri. Bana çok tatlı geldi :)





13 Şubat 2010 Cumartesi

ılgaz anadolu'nun sen yüce bir dağısın...

Şahane bir yerden bahsetmek istiyorum. Ilgaz... Manzarası, mis gibi havası, o bembeyaz karın müthiş dinlendiriciliği... Say say bitiremem.


Güzel bir kış tatili için en uygun yerlerden olduğunu düşündüğüm Kastamonu il sınırları içindeki Ilgaz Dağı'na ben de ailemle gittim. 10 yaşında burada kayağa başlamam, küçüklüğümdeki o mangal partileri ve hatta en önemlisi evliliğimin temellerinin bu harika yerde atıldığını düşünürsek benim için ayrı öneme sahip burası.


O bilmem kaç metrelik kocaman kocaman ağaçların üzerinde, onları devirmek istercesine birikmiş bembeyaz karlar var. O karlar bu kadar mı pırıltılı, ışıltılı görünür. Tamam sevdiğim bir yer ama gözüm kapalı da anlatmıyorum güzelliklerini yani.






Mis gibi havayı derin derin ciğerlerimize çektiğimiz uzun yürüyüşler yaptık sürekli. Egecim de hep yanımızdaydı elbette. Zaten adam küçücük halinden alışkın her yere bizimle taşınmaya. O olmayınca eşim Zafer de ben de müthiş bir eksiklik hissediyoruz. Onun için de her yerde yanıbaşımızda olsun istiyoruz.


Ilgaz Dağı'nı anlatırken lafı "oğluna" getirmeyi başaran tek kadın olarak anılmaya başlamadan önce yine konumuza döneyim :)


Her ne kadar kayağı çok sevmeme rağmen bu sene bel fıtığım nedeniyle kayamamış olmam beni hiç rahatsız etmedi. Çünkü dağda sürekli karla iç içe olunca kışa doydum. Orada olduğumuz süre içinde hem lapa lapa yağan karı seyretmek hem de aynı zamanda güneşin hiç tereddüt etmeden kendini göstermesi insanı çok rahatlatan bir manzaraydı.


Bence herkes en azından bir kere gitmeli Ilgaz'a.


Gelelim Ege Bey'in maceralarına. Bana "oğlunla buralarda koşturacaksın" deseler çok uzak gibi görünürdü ama zaman çok hızlı geçiyor. Bu sene Ege, ikinci kez geldi buraya. İlk defa kayakları taktık ayağına. Rahat hareket edemediği için nefret etti tabii ki. Zannediyorum bir süre sonra Ege'yi pistten zor toplarız ama bu sene daha vakti gelmediğini anladım :) Bu arada "yürüyüş yaptık" dediysem maratona da çıkmadık ya. Akşamları otelde kendimizi oyun salonuna zor atıyorduk. Ege, artık kimi isterse, önüne kim gelirse onu elinden tuttuğu gibi sürükleme başlıyor ve o şahane (!) yarış arabasının önüne getiriyordu. Sonrası malum. Küçük beyler "beni kucağına alıp koltuğa oturt" komutunu vermek için hafifçe kollarını kaldırıyor ve sonrasında bitmek bilmeyen bir bekleyiş başlıyor. "Egeeeeee hadi gidelim mi?" (aslında bu gidelim demek ama ben oğluma da fikrini soruyormuş gibi yapıyorum, o da beni nasıl takıyor anlatamam) sonra bir daha 'Egeeee gitsek mi oğlum?" ve bir daha bir daha bir daha. Artık salon kapanırken Ege'nin hevesi geçiyor ve oradan kaçarak uzaklaşıyoruz.


Kayak mevzuunu da kısaca anlatayım. Minicik kayaklar, botların üzerine takılan cinsten. Babası, amcası, kuzenleri be tabii ben Ege'nin başındayız. Daha kayaklar takılırken mızırdanmaya başladı zaten bizimki. Dışarı çıkıp istediği gibi adım da atamayınca soluğu babasının kucağında aldı. Ben de peşlerinde tabii, fotoğraf çekeyim diye... Halimiz komediydi...


Bir de her zaman olduğu gibi boş durmadı bizim oğlan. Çooook tatlı bir arkadaş edindi. Duru. Kimseyle mısırını paylaşmayan Ege Bey, Duru Hanım'ı elleriyle besledi. Kıskandım tabii ama alışmam lazım bunlara...

11 Şubat 2010 Perşembe

hem turuncu hem de mor



Bu sayfalar hayata dair ne varsa içine alsın istiyorum. Aklıma geleni paylaşmak, güzel olanı ortaya çıkarmak istiyorum. Bu da ilk yazım işte...

Şu "turuncu" ve "mor" olayını bir çözüme kavuşturmak lazım. Bir blog adı düşünürken renkler geldi aklıma. En sevdiklerimden mor; asaletin rengi. Ama daha önemlisi zekayı simgeliyor. Güç veren ve insanı pozitif şekilde etkileyen bu renk dengenin rengi. Turuncu ise neşenin kaynağı... Canlılığın, heyecanın rengi. İştah bile açar :)

İkisini birleştirdim ben de. Burası hem pozitif hem de canlı...