13 Şubat 2010 Cumartesi

ılgaz anadolu'nun sen yüce bir dağısın...

Şahane bir yerden bahsetmek istiyorum. Ilgaz... Manzarası, mis gibi havası, o bembeyaz karın müthiş dinlendiriciliği... Say say bitiremem.


Güzel bir kış tatili için en uygun yerlerden olduğunu düşündüğüm Kastamonu il sınırları içindeki Ilgaz Dağı'na ben de ailemle gittim. 10 yaşında burada kayağa başlamam, küçüklüğümdeki o mangal partileri ve hatta en önemlisi evliliğimin temellerinin bu harika yerde atıldığını düşünürsek benim için ayrı öneme sahip burası.


O bilmem kaç metrelik kocaman kocaman ağaçların üzerinde, onları devirmek istercesine birikmiş bembeyaz karlar var. O karlar bu kadar mı pırıltılı, ışıltılı görünür. Tamam sevdiğim bir yer ama gözüm kapalı da anlatmıyorum güzelliklerini yani.






Mis gibi havayı derin derin ciğerlerimize çektiğimiz uzun yürüyüşler yaptık sürekli. Egecim de hep yanımızdaydı elbette. Zaten adam küçücük halinden alışkın her yere bizimle taşınmaya. O olmayınca eşim Zafer de ben de müthiş bir eksiklik hissediyoruz. Onun için de her yerde yanıbaşımızda olsun istiyoruz.


Ilgaz Dağı'nı anlatırken lafı "oğluna" getirmeyi başaran tek kadın olarak anılmaya başlamadan önce yine konumuza döneyim :)


Her ne kadar kayağı çok sevmeme rağmen bu sene bel fıtığım nedeniyle kayamamış olmam beni hiç rahatsız etmedi. Çünkü dağda sürekli karla iç içe olunca kışa doydum. Orada olduğumuz süre içinde hem lapa lapa yağan karı seyretmek hem de aynı zamanda güneşin hiç tereddüt etmeden kendini göstermesi insanı çok rahatlatan bir manzaraydı.


Bence herkes en azından bir kere gitmeli Ilgaz'a.


Gelelim Ege Bey'in maceralarına. Bana "oğlunla buralarda koşturacaksın" deseler çok uzak gibi görünürdü ama zaman çok hızlı geçiyor. Bu sene Ege, ikinci kez geldi buraya. İlk defa kayakları taktık ayağına. Rahat hareket edemediği için nefret etti tabii ki. Zannediyorum bir süre sonra Ege'yi pistten zor toplarız ama bu sene daha vakti gelmediğini anladım :) Bu arada "yürüyüş yaptık" dediysem maratona da çıkmadık ya. Akşamları otelde kendimizi oyun salonuna zor atıyorduk. Ege, artık kimi isterse, önüne kim gelirse onu elinden tuttuğu gibi sürükleme başlıyor ve o şahane (!) yarış arabasının önüne getiriyordu. Sonrası malum. Küçük beyler "beni kucağına alıp koltuğa oturt" komutunu vermek için hafifçe kollarını kaldırıyor ve sonrasında bitmek bilmeyen bir bekleyiş başlıyor. "Egeeeeee hadi gidelim mi?" (aslında bu gidelim demek ama ben oğluma da fikrini soruyormuş gibi yapıyorum, o da beni nasıl takıyor anlatamam) sonra bir daha 'Egeeee gitsek mi oğlum?" ve bir daha bir daha bir daha. Artık salon kapanırken Ege'nin hevesi geçiyor ve oradan kaçarak uzaklaşıyoruz.


Kayak mevzuunu da kısaca anlatayım. Minicik kayaklar, botların üzerine takılan cinsten. Babası, amcası, kuzenleri be tabii ben Ege'nin başındayız. Daha kayaklar takılırken mızırdanmaya başladı zaten bizimki. Dışarı çıkıp istediği gibi adım da atamayınca soluğu babasının kucağında aldı. Ben de peşlerinde tabii, fotoğraf çekeyim diye... Halimiz komediydi...


Bir de her zaman olduğu gibi boş durmadı bizim oğlan. Çooook tatlı bir arkadaş edindi. Duru. Kimseyle mısırını paylaşmayan Ege Bey, Duru Hanım'ı elleriyle besledi. Kıskandım tabii ama alışmam lazım bunlara...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder